O24 Ekim Cuma günü tutuklu eski İstanbul Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu ve kampanya direktörü Necati Özkan, İstanbul Başsavcılığı tarafından başlatılan soruşturmaya konu oldu.
Modern Türk siyasetinde ilk kez, önde gelen bir muhalefet figürü ve potansiyel bir cumhurbaşkanı adayı resmi bir casusluk soruşturmasıyla karşı karşıya kalıyor.
Resmi açıklamaya göre, Terör Suçları Soruşturma Bürosu tarafından yürütülen soruşturma, ele geçirilen dijital materyallerden kaynaklanıyor. Hüseyin Gün4 Temmuz’da casusluk suçlamasıyla tutuklandı.
Savcılar, Gün’ün “birkaç yabancı istihbarat görevlisiyle bağlantısı” olduğunu ve Özkan’la “yönerge düzeyinde toplantılar” yaptığını iddia ediyor.
Bu, Türkiye’nin siyasi manzarasında bir dönüm noktasına işaret ediyor: İmamoğlu gibi bir şahsiyet daha önce hiçbir zaman olası bir ulusal seçim öncesinde bir casusluk davası tarafından doğrudan hedef alınmamıştı.
Birçok ülke ve hatta bazen müttefikler rutin olarak casusluk operasyonları yürütüyor ve birbirlerini gözetliyor.
Ancak bir ülkede bu tür faaliyetlerin yasal olarak sürdürülüyor olması ve kamuoyuna açıklanıyor olması, toplumun ve politika yapıcıların kaygılarına ilişkin ortaya koyduğu bilgiler açısından özel bir önem taşıyor.
‘Moskova’nın dostu’ ve siyasi etiketlemenin yükselişi
Türk siyasetinde casusluk söylemi yeni değil. 1950’lerde iktidardaki Demokrat Parti, muhalefetteki Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) üyelerini sık sık “Sovyet yanlısı” veya “Moskova’yla işbirlikçi” olmakla suçladı.
Ancak bu iddialar hiçbir zaman mahkemelere ulaşmadı; Türkiye’nin Batı yönelimi ile ülke içindeki muhalefet arasındaki ideolojik çekişmenin retorik araçları olarak kaldılar.
İddialar ise Soğuk Savaş baskıları altında kimliğini yeniden tanımlayan bir milletin kaygılarını yansıtması açısından çok şey anlatıyor.
“Komünist sempatizanı” siyasi muhalefetin kısaltması haline geldi, daha sonraki adli taktiklerin dilsel öncüsü oldu, ancak politikacılar için henüz değil.
Anti-komünist silah olarak casusluk
1970’li yıllar “casusluk” terimini hukuk alanına taşıdı. 1971 askeri müdahalesi ve ardından 1980 darbesinin ardından solcu aydınlar ve politikacılar “Sovyetler adına casusluk yapmakla” suçlandılar.
İlhan Selçuk, Doğan Avcıoğlu ve İlhami Soysal gibi isimler, milli güvenliği tehdit ettiği düşünülen eylemlerle suçlanarak “9 Mart Cuntası” davası kapsamında yargılandı.
Bu ortamda casusluk, çağdaş Türkiye tarihinin en büyük aydınlarını yargılamak için siyasi bir araç haline geldi ve cezai soruşturmalardan ziyade devletin anti-komünist refleksinin bir uzantısı haline geldi.
‘Devlet birliğine yönelik tehdit’ dönemi
1980 darbesinden sonra casusluk söylemi “devlete karşı faaliyet” olarak tanımlanan suçlamalara doğru kaydı.
Aralarında eski Demokrasi Partisi (DEP) milletvekilleri Leyla Zana ve Hatip Dicle’nin de bulunduğu ayrılıkçı hareketlerin siyasetçileri, “dış güçlerle işbirliği yapmak” ve “milli birliği baltalamak” suçlamasıyla dava edildi.
Bölücü şiddetin ve terör örgütü PKK’nın ortaya çıkışının Türkiye’nin toprak bütünlüğüne ciddi bir tehdit oluşturduğu bir dönemde, bu tedbirlerin çokça görüldüğü ve dayandığı görüldü.
Militan grupların siyasi açılımlardan yararlanmaya çalıştığı bir dönemde Ankara, bu tür eylemleri Cumhuriyetin birliğini korumak ve en savunmasız bölgelerinde devlet otoritesinin aşınmasını önlemek için gerekli olarak görüyordu.
Hakim açısından bir mahkeme salonu. (AA Fotoğrafı)
‘Askeri casusluk’ davası
2010’ların başlarında casusluk suçlamaları, gazetecileri, akademisyenleri ve subayları hedef alan geniş kapsamlı davalar şeklinde yeniden su yüzüne çıktı.
“Askeri Casusluk”, “Balyoz” ve “Ergenekon” davalarında sanıklar devlet sırlarını ele geçirmek veya sızdırmakla suçlanıyordu.
Bu yargılamalar daha sonra terör örgütü Fetullahçı Terör Örgütü’nün (FETÖ) devlet içindeki ağına atfedilen daha geniş yargı mimarisinin bir parçası olarak ortaya çıktı.
Mahkemeler sonuçta birçok mahkûmiyeti bozdu ve bunların laik ve askeri muhalefeti zayıflatmak için tasarlanmış, siyasi olarak tasarlanmış operasyonlar olduğunu kabul etti.
Dönem kalıcı bir iz bıraktı: “casusluk” bir kez daha iktidarın konsolidasyonu için şekillendirilebilir bir yasal kategori haline geldi.
Devlet sırlarını ifşa etmek
Öne çıkan vakalar şunları içeriyordu: Dünya Muhabir Deniz Yücel ve şu anda sürgünde olan gazeteci Can Dündar, “devlet sırlarını ifşa etmek” ve “casusluk” suçlamasıyla yargılanıyor.
Özellikle Dündar’ın davası, Türkiye’nin Suriye’ye gönderdiği istihbarat sevkıyatını gösterdiği iddia edilen görüntüleri yayınladığı için yargılandığı dönemde dünyanın dikkatini çekti.
Son dönemdeki emsaller arasında, her ikisi de casuslukla ilgili suçlarla suçlanan CHP milletvekili Enis Berberoğlu’nun 2017’de tutuklanması ve DEVA Partisi kurucu üyesi ve eski subay Metin Gürcan’ın 2021’de tutuklanması yer alıyor. Ancak hiçbiri mevcut davanın sembolik veya seçim ağırlığını taşımadı.
Casusluk suçlamaları seçim alanına giriyor
İmamoğlu, Özkan ve Yanardağ’ı kapsayan mevcut soruşturma keşfedilmemiş bir alanı temsil ediyor.
Casusluk suçlaması ilk kez Türkiye’nin seçim siyasetiyle doğrudan kesişiyor. İddia makamının, bir şüphelinin dijital cihazlarından elde edildiği iddia edilen verilere dayanan iddiaları, casusluk çerçevesinin siyasi rekabet alanına önemli ölçüde genişlediğini gösteriyor.
Bu gelişme Türkiye tarihinde benzeri görülmemiş bir gelişme: Cumhurbaşkanlığına meydan okuyabilecek bir muhalefet lideri, artık retoriğin ötesinde en ağır ulusal güvenlik suçlarından biri nedeniyle soruşturma altında.
Bu hamle aynı zamanda casusluk soruşturmalarının gerçek istihbarat ağlarını ve İsrail dışındaki gizli operasyonlara odaklanan Mossad ile bağlantılı kişilere karşı gizli operasyonları ortaya çıkardığı Mısır, Sudan ve İran gibi diğer bölgesel bağlamlarda gözlemlenen kalıpları da yansıtıyor.
Soğuk Savaş komünizminden darbe sonrası kutuplaşmaya kadar Türkiye’deki casusluk suçlamaları çağın ihtiyaçlarına göre şekillendi.
Ancak komşu devletlerin yüzlerce salvoyla vurulduğu, örtülü operasyonların günlük gerçekliğin bir parçası olduğu bir bölgede, Türkiye’de de bu tür suçlamaların ağırlığı da aynı oranda arttı.


